14 Şubat 2015 Cumartesi

Emrah Serbes- Deliduman


Her insanı seven birileri bulunur çünkü, budur dünyada kalan son adalet kırıntısı.







Hayatta çoğu zaman asıl ihtiyacımız olan şey de budur işte, sağlam kalan parçalarımızı toplayıp kör bir kararlılıkla yolumuza devam etmek.







Bizi düşünme zaten, boş ver. O kadar da kara bir günümüzde değiliz, belki biraz yalnızız biraz da buruğuz, şimdi bizim hayallerimizden çalınık, olsun, olsun, idare ediyoruz martıcık, alışıyoruz, dünyaya alışıyoruz. Yağmurun altında çıplak ayakla koştuğumuz günler gelecek, güneşte neşeli şarkılar söyleyeceğimiz günler gelecek. Bir yerden sonra insan umursamamaya başlar. Dertlerini anlatanlarınsa hala bir umudu var demektir. Hadi sen de anlat martıcık.







İnsan bir an için bile çevresine dikkatle baksa cevabını bilmediği yüzlerce sorunun uçuştuğunu görür yanı başında. Bizimki gibi orta ölçekli bir ilçede bile insanın cevabını bilmediği milyonlarca soru dolaşıp durur boş sokaklarda, büyük şehirlerden hiç bahsetmiyorum. Ama bu soruları yineleyip durmanın da anlamı yoktur. Yeterince soru sorulmadı mı bugüne kadar, her şey yeterince sorgulanıp kurcalanmadı mı? Birileri de çıkıp şu tepemizde dolaşan katrilyonlarca sorunun üzerine iki kazık soru da biz ekledik demese, hatta yeter lan dese, o sorulardan en az bir-ikisine, insaniyet namına biz cevap veriyoruz dese, ne güzel olurdu değil mi?







Şeytan diyordu ki vefasızın birine aşık ol o tatlı havada, ondan sonra da kollarını göğsünde kavuşturup hayatını bombok edişini gülümseyerek seyret bir kenardan.








Çocuksu ve tedirgindi sesi. En yüksek perdeden söylediğinde bile kırılgandı biraz. Yeri geldi mi duygusallaşmaktan çekinmeyen, yeri geldi mi de size en buruk haliyle bile tebessüm eden bir sesti. Delice yağan yağmurlardan sonra, kaldırım kenarlarındaki su birikintilerini, parklardaki ıslak bankları, yolların ortasında silkinen sokak köpeklerini, apartman boşluklarının rutubet karanlığını, içlerinde otların filizlendiği ıssız telefon kulübelerini hatırlatan, insana gelmiş geçmiş bütün dertlerini hatırlatan, bu yüzden de durup dururken kalbinizi kıran bir sesti. Ama kalbinizi kırdıkça da başınızı okşayan, teselli eden bir şey vardı o seste. İşte o sesle öyle bir söylüyordu ki şarkıyı, o bir şarkı değildi artık, bir meydan okumaydı, bir trafik kazasıydı, çığlıklar içinden gelip geçen bir ambulanstı. Şarkının derinliklerinde kayboldukça tuhaf bir hisse kapılıyordum, o an gelip çatmıştı sanki, geçmiş anıları önüne katıp kovalayarak, kendisi de gelecek anılar tarafından kovalanarak. Belki de birazdan her şey affedilecekti.








Elektrik direkleri, adalar, çaktırmadan iç içe geçmiş bulutlar, gökyüzünde beyaz çizgiler bırakarak yükselen uçaklar ve tedirgin bakışlarla dolu bir dünyada yaşıyorduk. Acı dolu bir dünyada yaşıyorduk ve bu acıların çoğunun mantıklı bir açıklaması yoktu. Kör bir boşluğa düşer gibi yaşıyorduk ve dik bir yokuşu çıkmaya benziyordu bu düşüş. Özümüzden kopmuştuk.







Hareket yoksa çürüme başlar.







Mutlu olunca kim biraz daha güzelleşmez ki?







Aynı şeyleri hissetmekten bıkmışlardır belki. Aynı yüzlerden. Aynı dertlerden. Değişik bir şeyler istiyorlar artık.







Ne var. Bu dünyayı şişmanlar kurtaracak. Bu dünyaya adaleti getirirse dalga geçilen şişmanlar getirir.








Gerçekten bazen aklım almıyor. Ölmenin bu kadar kolay olmasını aklım almıyor. İnsan ölmek istedi mi hemen ölebilir. Pencereyi açıp atlayabilirsin. Tavandaki çengele bir ip bağlayabilirsin. Mutfağa kadar gidip doğalgazı açmak yeter. Şuradan bir adım atsak yeter.







Ölmeden önce söylenen son sözlere gösterilen bu ilgiyi de anlamıyorum zaten. Çevremiz yaşayan ölülerle dolu, paketlenmiş, etiketlenmiş, bir kenara atılıp unutulmuş, hatırlandığı zaman da lanetle hatırlanmaya mahküm edilmiş insanlar. Onların sosyal ölülere dönüşmeden evvel sarf ettikleri son sözlere ilgi gösterilse, o zaman bir anlamı olurdu belki bu merakın.







İnsanın bazen verdiği bir sözün arkasında durması gerektiğini özel olarak hissettiği anlar olur. O anlardan birinde gibiydim, oysa kimseye verdiğim bir söz de yoktu, sadece o his vardı. Hiç verilmemiş bir sözü tutmam gerekirmiş gibi hissediyordum.








Arkadan bir kedi geçti, çatının kedisiydi galiba, döndüm 'pisi pisi' dedim, gelmedi, tip tip baktı. İşte bunlar üst düzeyde yalnızlıklardır.







Orada başka bir dünya var, bizi içlerine almıyorlar.








Başıboş bir ruh gibi kaygıyla, tereddütler içinde, amaçsızca dolaşırken, çektiğimiz anlamsız çilelere boş yere anlamlar yüklemeye çalışırken, her şeyin kendimize karşı olduğunu hissettiğimiz zamanlardan sonra, kupkuru günlerden ve kopkoyu karanlıklardan sonra, birdenbire umuda geçtiğimiz an da o andır işte, geri döndürülemez biçimde o andır. İnsan zihni böyle şeyleri kabul etmekte güçlük çekiyor başta, hayatındaki olağanüstü anların da son kertede sadece bir an olduğunu düşünmek istiyor. Ama o an da zaman kırılıyor, zamanın sinir uçları oluşuyor böylece, her şey oradan geçmeye başlıyor, geçmiş ve gelecek, yaşanmış ve yaşanmamış her şey, yaşanacak ve yaşanmayacak her şey o noktalardan geçiyor.








Derin üzüntülerle, ruhsal karmaşalarla, kapalı pencerelerle, cebimizde titreyen telefonlarla ve boğuk çığlık atan martılarla dolu bir dünyada yaşıyorduk.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder