24 Temmuz 2014 Perşembe

Ben Sana Mecburum



Bir gece sabaha karşı
en kilitli kapılarım açılacak
yalnızlığımdan çıkıp gideceğim
ne sensiz kalırsam korkusu
ne kitaplarda okuyup altını çizdiklerim
ne alkol tutabilecek beni
ne ölüm telaşı







ömrümüzü bir suç gibi ayarlamadık mı
ağır bir hüküm giyer gibi öleceğiz







ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum







kendini martılarla bir tutma
senin kanatların yok
düşersin yorulursun









16 Temmuz 2014 Çarşamba

Barış Bıçakçı- Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra



Hayat devam eder. Bazı çiçekler susuzluğa ve unutulmaya dayanır. Hayat her zaman devam eder, bunu herkes bilir.






Uzak geldim, uzağa gidiyorum.






Sahipleri ayrılırken anlamla sarmalanıyordu eller. Omuza dokunulduğunda, bir kolu kavradığında, sırtı sıvazladığında. Bir söz veriyor, vaatte bulunuyorlardı: Yalnız değilsiniz, yanınızdayım, acınızı anlıyorum, hayat devam ediyor, ölenle ölünmüyor, yine geleceğim, bir ihtiyacınız yapabileceğim bir şey olursa mutlaka arayın. SÖZE DÖNÜŞÜYORDU ELLER, GÜVENİLMEZ OLUYORLARDI BU YÜZDEN. Anlamları oluyordu, tabii hemen sonra anlamsızlıkları. Asansörün kapısını açıyorlar, son bir kez sallanıyorlar ve ardından gözden yitiyorlardı.






Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun.






Çünkü artık burada, bu dünyada her şey parçalar halinde ve her bir parça diğerinin yerine geçebiliyor. Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz.






"Biz de deniz gibiyiz." dedi Başak, "tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar."





7 Temmuz 2014 Pazartesi

Hakan Günday- Az



Diyebilirsin ki, insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir afabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...
Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir.Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir...






Çünkü dünyanın en çabuk geçen, geçer geçmez de en hızlı yakalanılan hastalığına sahipti: Umut.





Oysa unutmak istiyordu. Unutmanın en kolay yolunu da anlatmak sanıyordu.






Manzaradan değildi cam kenarını sevmesi. Yanında bir insanın az olması demekti. Öğreniyordu Derda. Ne kadar az, o kadar iyi!







Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı. Birileri için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin gözünde toz kadardı.






Sana yemin ediyorum. Her neredeysen gelip seni bulacağım. Eğer öldüysen, peşinden koşacağım. Ölümden sonra hayat yoksa da, sana kavuşmak için, onu yaratacağım.
Çünkü sana aşığım.





Ama dediği gibi, ölene kadar oradaydı. Hatta öldükten sonra bile... Orada... Daima... Gökyüzü ya da başka boyutların görünmez katmanında, yan yana, iç içe, iyilik ve adı konmamış bir huzurla harçlanmış biçimde... Bilmekten öte hissetmekle gidilen bir yerde.







Belki de hayat, yanlış anlayınca güzeldi. Sadece yanlış anlayınca. Ama her şeyi...